Loch Ness tur rehberinde de belirttiğim gibi, İskoçya’ya geliş sebebimizin arkasında aslında kardeşimin Glasgow Üniversitesi’ndeki yüksek lisansından mezuniyeti vardı.
Bu yüzden kalacağımız şehir çoğu tur rehberinde gördüğünüzün aksine Edinburgh değil, Glasgow oldu.
Kısa Glasgow tarihi
Küçük balıkçılardan sonra Roma’nın sınır karakolunu, daha sonra ise Hristiyan misyoner kiliselerini ağırlayan Glasgow şehri; Clyde Nehri etrafına kurulu ve bir milyonu geçen nüfusu ile İskoçya’nın en kalabalık şehri.
Gemi yapımı, taşıma ve demir çelik üretimi gibi ağır sanayiler ve özellikle ABD’den gelen ürünler ile iyice zenginleşen şehir, bu endüstrilerin başka yerlere taşınması ile şu an ağırlıklı bir şekilde öğrenci şehri. Öyle ki şehirde 11 tane üniversite ve 27’ye yakın farklı kollarda meslek eğitim merkezi var.
Glasgow Üniversitesi
Ama bu eğitim merkezlerinin içinde Glasgow Üniversitesi ayrı bir yer tutuyor. 1451 yılında kurulan 567 yıllık bu üniversite, dünya sıralamasında da ilk 100’ün içerisinde bulunuyor.
Şu anda aklaşık 45 bin öğrencinin eğitim gördüğü bu merkezden James Watt, Adam Smith, Lord Kelvin gibi efsaneler ile 7 Nobel ödülü sahibini ve İngiltere’nin 3 başbakanı da çıkmış.
Bilgi Üniversitesi’nin Genetik ve biyomühendislik bölümünden mezun olan kardeşim de buradan da klinik farmakoloji gibi zorlu bir bölümden çıkarak bu ünlü mezunlar listesine katılanlardan biri oldu. Oldukça soğuk bir gün olmasına ve sonrasında üstesinden geldiğimiz oturma problemlerine rağmen, mezuniyet günü oldukça güzel geçti.
Üniversiteye girdiğimde bu ortamı özlediğimi fark ettim, özellikle bazıları tarafından gerçek Hogwarts diye adlandırılan bu üniversitede kalmak istiyorsunuz.
Mezuniyet sonrası yoğun bir fotoğraf çekimi vardı, sağ olsunlar soğuk havaya karşı içimizi ısıtan baharatlı şarap bu işi kolaylaştırdı. Hollandalı bir arkadaşın çektiği bu fotoğraf ise o günü özetleyen bir belge oldu.
Reklam
Riverside Müzesi
Glasgow’da eski tarz binalar ile beraber Armadillo, Hidro ve Riverside Müzesi gibi değişik mimariye sahip binalar dikkat çekiyor. Ama Riverside Müzesi özellikle dış mimarisi ve konsepti ile son zamanlarda adından sıkça söz ettiren yapılar arasında.
Yakınlarda hayatını kaybeden ve mimari tasarıma damgasını vurmuş Zaha Hadid’in projesi olan bu orijinal yapının içerisinde bulunan her şey, alışılagelmişin müzelerin aksine bir çizgiye sahip. İçinin rengi belki biraz basık olsa da, içindekiler özellikle benim oldukça çeken şeylerden biri; ulaşım.
Özellikle Glasgow’un ulaşım tarihini anlatan müze, özel arabalardan tramvaylara, bin tonluk trenlerden mini motosikletlere kadar geniş bir kapsamda ulaşımın gelişmesini Edinburgh’da olduğu gibi minik oyunlar ve videolar ile etkileşimli bir şekilde anlatıyor.
[Best_Wordpress_Gallery id=”12″ gal_title=”Riverside”]
Tarihteki en eski metrolardan biri olan Glasgow metrosunun eski vagonlarını da içinde barındıran ve sayısı yaklaşık 3.000’i bulan objelerin; her birini incelemek bizim yaklaşık yarım günümüzü aldı. Biz hafta içi buraya geldik ama haftasonunda buranın oldukça kalabalık olduğu aşikar.
Müzenin sadece içinde değil, dışında da gezilecek bir obje var o da 1896 yılında inşa edilen Glenlee gemisi. 75 metrelik bu gemi, yaklaşık 50 yıl boyunca ticari gemi olarak hizmet verdikten sonra İspanya’da 1990’lara kadar eğitim gemisi olarak hizmet vermiş.
Daha sonra bu gemiyi İspanya’dan alan şehir, gemiyi yenileyerek, gemi ticareti ve yaşamı hakkında bilgi veren bir müzeye dönüştürmüşler. Burası da Rİverside gibi videolar ve etkileşimli oyunlar ile oldukça eğlenceli bir müzeydi.
Glasgow’da ne yedik?
Müzeleri ve tarihi bölgeyi ele alan Glasgow rehberine bir sonraki yazıda devam edeceğim ama bu bölümde bir kaç kişinin de sorduğu bir soruya cevap vereyim: Yemek işini nasıl hallettik?
Daha önceki yazılarda da belirttiğim gibi BnBbuddy’den kiraladığımız evin kendi mutfağı vardı, bu yüzden burada sadece bir sabah hariç bütün tatil süresince kahvaltımızı evde yaptık. Zaten maalesef hiç bir ülkenin kahvaltısı alıştığımız caanım ülkemin kahvaltısına eşdeğer değil (Gir abi “Bir başkadır benim memleketim” şarkısını =)
Aynı şekilde 2 akşam yemeğini de evde yaptık ama bunun haricinde zaten ya turda olduğumuzdan ya da başka şehirlerde olduğumuzdan genelde Tesco’da bulunan hazır yemekleri tercih ettik.
Nando’s
Kardeşimin en çok sevdiği yerlerden birisi burası sanırım. Glasgow’da iki kere gitmeye çalıştık ama iki sefer de bekleme süresi 40 dakikaya yakındı. O yüzden buraya fast food diyemiyorum.
Tavuk üzerine neredeyse her şeyin bulunduğu restoran genellikle özel sosu ile hazırlanmış kanatları ile ünlü. Fiyatlar da oldukça uygun.
Hint yemekleri
Glasgow bu konuda oldukça ilginç bir yere sahip, öyle ki bazı yemeklerin Glasgow’dan mı Hindistan mı çıktığı konusunda tartışmalar var. Hint yemekleri özellikle pilavı ve baharatı bizler gibi özleyenler için oldukça iyi bir çözüm.
İstanbul’da bir restoranın ortalama fiyatlarına sulu ve sıcak yemek isteyenler için biz kaldığımız yerin hemen altında bulunan Mother India’sa geldik ama şehir içinde bir çok benzer seçenek de bulmak mümkün.
5 çayı ve Valerie Pastanesi
“Hayatta bir kaç saatinizi bir beş çayına ayırdığınız vakit adeta bir şölen vaktidir” ABD doğumlu yazar Henry James bile bu kültürden o kadar etkilenmiş durumda.
Kahvaltı ile akşam yemeği arasına hafif bir öğle yiyen Bedford Düşesi Maria akşam yemeğine kadar dayanamayacağını fark edince, uzun yemek saati aralarına fazla dayanamayarak saat 5 sularında yardımcılarından bir bardak çay, bir kaç dilim ekmek, yağ ve tatlı olarak da bir dilim pasta getirilmesini ister. Birkaç gün sonra bu devamlılık haline gelir.
Kısa zaman sonra Düşes Maria arkadaşlarını beş çayına davet etmeye başlar. Beş çayı uygulaması halk tarafından rağbet görülmeye başlanarak ülke geneline hızlıca yayılır. Adeta bir sosyal etkinlik haline gelir.
Biz de bu sosyal etkinliği ilk olarak 1926 yılında Londra’da açılan Patisserie Valerie’nin Glasgow’daki Modern Sanat Müzesi’nin hemen yanında bulunan mağazasına geldik.
Beş çayı özellikle sunum olarak ilginç, aşağıdan yukarıya gitmek üzere size katlı bir sunum tepsisi geliyor ve yanında iki orta boy demlikte istediğiniz çay türü gelmekte.
4 kişi ile bölüşünce fiyatlar uygun ama tuzludan tatlıya çay eşliğinde bu küçük bir yolculuk yapıyorsunuz, hiç de öyle ara öğün değil baya doyurucu bir yemek.
Rogano
İşte piece de resistance, yani ana restoranımız. Burası hem art deco tasarımı hem de müthiş tatları ile ünlü 75 yıllık bir restoran.
Et ürünleri de olsa da özellikle balık ürünleri öne çıkan bu restoran bütçeyi hafif zorlayıcı etiketlere sahip, ama ailecek bu tatları paylaşabilir, böyle olunca İstanbul’da biraz orta üst bir balıkçıda vereceğiniz ücreti verebilirsiniz.
Biz istiridye, deniz tarağı ve özel soslu bir levreği paylaştık, babamla ben ayrıyeten bir balık çorbası içtik. Her şey müthişti ama balık çorbası gerçekten harikaydı. Oban ile karşılaştırmak gerekirse özellikle burada bazı ürünlerin ilginç bir derecede çok daha taze olduğunu söyleyebilirim.
Eğer bizim gibi evde biraz tasarruf yaparsanız, buraya kesinlikle gelin derim.
Dipnot: Bu arada fiyatlar neredeyse her yerde, buradaki asgari ücret gözününde tutulunca uygun, ama tabi ₺ ile £ karşı karşıya gelince biz 🙁 oluyoruz. Mİsal Rogano gibi bir restoranın fiyatları, Türkiye’de orta üst seviyede bir restoranın fiyatları ile aynı, o yüzden şehre pahalı diyemeyeceğim.
Diğer rehberler