İskoçya’da normal bir tatilden daha uzun zaman geçireceğimiz için, Loch Ness ve Oban turları gibi farklı bir şehre de gitmeyi planladık. Tabii ki listenin başında Edinburgh vardı.
Edinburgh’a yolculuk
Glasgow ile Edinburgh arası aslında çok da uzak değil. Otobüs ve tren ile Edinburgh’a bir buçuk saatte gitmek mümkün.İstanbul’da yaşayan biri olarak bir buçuk saatlik bir yolculuk sınırları zorlasa da, o kadar da uzun bir yol değil.
Biz otobüs yerine treni tercih ettik, tren yolculukları daha komforlu ve şehir merkezine daha yakın oluyor genellikle.
İskoçya Ulusal Müzesi
O gün oldukça yağışlı ve rüzgarlı olduğundan, Uber kullanarak tren istasyonundan müzeye doğru gittik. Yine de yürümek isterseniz yaklaşık 15 dakikalık ve yokuşlu bir yol var önünüzde.
Müzeye gelince; en önemlisi müze tamamen ücretsiz. Müzenin içerisinde 8 binden fazla obje bulunuyor ve içerisinde tarih, bilim ve tasarım gibi bir çok konu hakkında hem görsel hem de etkileşimli bilgiler barındırıyor.
Benim en çok ilgimi çekenler, enerji kaynaklarını ve plastiğin doğal hayata etkilerini gösteren kısımlar oldu. Özellikle tüm enerji kaynaklarını anlatan kesimlerde etkileşimli kısımlar özellikle çocuklar için elle tutulur bir öğrenme kaynağı oluşturuyor.
En sevdiğim müze türlerinden birisi bu olduğu için burada biraz fazla zaman geçirdik. Özellikle bazı noktalarda üniversitede gördüğüm istatistik dersinin bir örneği bulunuyordu. Dokunmatik ekran üzerinde doğaya yeniden salınacak kurtların miktarını ayarlıyorsunuz ve bunun etkilerini görebiliyorsunuz.
[Best_Wordpress_Gallery id=”10″ gal_title=”Edinburgh”]
Umarım böyle müzeler çoğalır, çünkü sadece çevre için değil, diğer konular hakkında bu şekilde etkileşimli ve elle tutulur örnekler onlarca araştırmada bu bilgilerin daha kolay öğrenildiğini gösteriyor.
Elephant Cafe ve Harry Potter
Dediğim gibi benim en çok sevdiğim müze türü bu o yüzden 4 katlık müzede 4 saat geçirdik ama bu dev müzenin %80 kadarını gezmişizdir diye düşünüyorum.
Edinburgh’da görecek çok daha fazla şey olduğunu belirtmek lazım. Bunlardan birisi de J.K. Rowling’in Harry Potter’ı burada yazdığını belirttiği Elephant Cafe.
Açık konuşmak gerekirse Yüzüklerin Efendisi’ni daha çok sevdiğim için Harry Potter tam anlamı ile beni içine çekemedi ama fantastik kurgu severler için bu serinin tadı başka.
Elephant Cafe, Rowling’e maddi durumu çok da iyi olmadığı zamanlarda sadece bir kahve alarak oturmasına izin veren nadir yerlerden biriymiş. Biz gittiğimizde kafe yenilendiği için kapalıydı, ama burası özellikle turistik zamanlarda sıraları ile ünlü haberiniz olsun.
Şehir bu arada Potterhead’ler için tam bir müze gibi her tarafta Harry Potter ile ilgili bir şey var. Bazı dükkanlar sadece Potter filmlerinden ürünler satıyor. Seviyorsanız gidin konuşun derim ben.
Reklam
İyi köpek Bobby
1850 yılında gece bekçisi olarak görev bulan John Gray’in yanında bir eşlikçisi olması için, görevliler kendisine Skye Terrier cinsi Bobby isminde bir köpek vermişler. Edinburgh’da sokakları gezen bu ikiliyi şehirliler çok sevmiş.
Yağmur çamur demeden birbirinden ayrılmayan bir ikili, John’un tüberküloza yenilmesi ile ayrılmak zorunda kalmışlar. Bobby dostu John’u o kadar özlemiş ki mezarından hiç ayrılmamış.
Mezarlıkta çalışanlar Bobby’i buradan uzaklaştırmaya çalışmışlar ama daha sonra Bobby için özel bir kulübe yapmaya karar vermişler. Bobby bundan sonra sadece saat 1 gibi yerel bir kahvecide mezardan yemek yemek için ayrılmış.
Oldukça uzun bir yaşam süren ve 1872’de hayatını kaybeden Bobby’in hikayesi herkesi o kadar çok etkilemiş ki, sürekli gittiği kahvecinin önüne onun anısını yaşatmak için buraya bir heykelini dikmişler.
Şehirliler şimdi buraya gelip, iyi şans için Bobby’nin burnuna dokunuyorlarmış. Biz de aynısını yaptık.
Yürüme Türü
Buradan sonra havada biraz düzelince şehirdeki bazı noktaları uzaktan da olsa görmek için bir yürüme turu yaptık.
İlk önce Edinburgh Kalesi’ni görmek için yola çıktık. Yaklaşık 1000 yıldır burası yıkılıp yeniden yapılsa da bir şekilde İskoçya için önemli bir rol oynamış. Kale şehre baktığı nokta açısından gerçekten benzersiz.
Buradan sonra 1471’de kurulmuş pubların yanından geçerek, farklı renklerdeki binaları ile ünlü Viktoria sokağına geldik.
Burası şehre ulaşımı kolaylaştırmak için 1830’lu yıllarda yeniden yapılanmış ve bugünkü halini almış. Fotoğraf seveler için gerçekten çok güzel bir nokta.
Burada bahsettiğim Harry Potter mağazalarından ve bizim de ziyaret ettiğimiz peynir satıcılarını ve viski tadım noktalarını bulabilirsiniz.
Şehirde yürümek oldukça eğlenceli azcık yokuşlu ama her noktada ilginç bir yapı görmek mümkün. Özellikle Royal Mile bölgesine geldiğinizde babamın da dediği gibi otobüsler ve arabalar olmasa kendinizi 1700’li yıllarda görmeniz mümkün.
Burada da uygun fiyatlara turistik eşyalar bulmak mümkün, aynı zamanda benim gibi kendinize yeni bir tweed, yani İskoç kumaşından bir şapka ya da atkı hatta iç çamaşırı bile alabilirsiniz. İç çamaşırının çok rahat olacağını sanmıyorum ama.
Günü biz buradan tren istasyonuna doğru yokuş aşağı yürüyerek bitirdik. Scott anıtının etrafındaki parkta kurulan küçük küçük marketler oldukça kalabalıktı, buraya gitmek yerine Perşembe günleri saat 19:00’a kadar açık olan ve ücretsiz gezilen Kraliyet Sanat Galerisi’ni gezdik. Eğer klasik ve modern tabloları seviyorsanız burası tam size göre.
Gidilir mi?
Kesinlikle… Benim için müzeler bile tek günlük bir gezi aslında ama maalesef burada çok zaman harcayamadık. Gidiş geliş tren yolculuğu kısa olsa da fiyat olarak çok da ucuz değildi.
Onun dışında Edinburgh şehir yaşantısı, tarihi ve ilginç mimarisi için kesinlikle ziyaret edilecek bir yer.